Tuğsem SELÇUK
Ankara, 2019
HİKÂYE
* Bu hikâye
Türk dili ve edebiyatı dersi
proje ödevi olarak
Enis Behiç KORYÜREK'in
"Gemiciler" adlı şiirinden esinlenilerek yazılmıştır.
NOT DEFTERİ*
“Ne zaman geri dönecek?” diye mırıldandı genç kız, ayaklarını ileri geri sallarken. Üstündeki beyaz geceliği ile terasa çıkmış, önündeki deniz manzarasına karşı mehtaba dert yanıyordu sanki mehtap derdini alıp Yavuz’a götürecekmiş gibi... Saçları dağınık bir topuz şeklinde toplanmıştı ve önündeki masada bir deste kağıt ile kuş tüyü bir kalem, biraz da mürekkep vardı. Gözüne uyku girmemişti bu gece, belki de yüreğini yakan bu hasrettendi, bilinmez. Tek bildiği ise herkesin derin uykuda, ayın ise gökyüzünde nöbette olduğu bir vakit terasa çıkıp yazmak istemesiydi, evet, sadece yazmak istiyordu.
Önündeki kâğıtlara tekrar bir göz atıp derince iç çekti, ardından hepsini eline alıp masaya hafifçe vurdu ve düzenli bir hâle getirdi, hepsini masaya tekrar bıraktı. Bir hanımefendiye yakışmayacak bir şekilde, kamburunu çıkartmış öylece oturuyordu rahat sandalyesinde ancak yapacak bir şey de yoktu ya canı çokça sıkılmıştı. Başını kaldırıp gökyüzündeki aya baktı biraz, ardından gözleri doldu. “Ne olur bir kez görsem yüzünü?” diye fısıldadı aya doğru, belli ki derdi artık yüreğine sığmıyordu, ağladı ağlayacak kıvama gelmişti. “Çok özledim onu, kaç aydır göremedim ki... Ne yapıyor, kiminle birlikte, sağlığı yerinde mi, beni özlemiş midir?” burnunu çekti. Sahi, özlemiş midir kendisini? Çünkü o, onu çok fazla özlemişti.
Bakışlarını masanın üstündeki kâğıtlara çevirdi tekrar, en üstte olanını aldı eline ve ne yazabileceğini düşündü. Kesinlikle bir şey yazmalı ve tatlı tatlı, içini biraz olsun ferahlatarak esen bu mehtaba karşı yüksek sesle okumalıydı yazdıklarını. Zira Yavuz hep derdi ki o da her gece yazdıklarını okurmuş seslice, pek bir hasretle ve kimseyi umursamadan, tek başına geminin güvertesinde. Sanki bu mehtap, söy-lediklerini alıp kendisine getirecekmiş gibi...
Ardından kedisi Mila geldi ve kafasını çıplak ayaklarına sürtmeye başladı ancak onun aklı başka yerdeydi, zira gökyüzüne takılı kalmıştı gözleri. Sanki yıldızlara değebilirmiş gibi uzattı elini gökyüzüne doğru, o sırada gözünden düşen bir iki yaş da geceliğine damlamıştı. Ardından aniden gülümsedi kendi kendine ve sildi hemen gözünden akan yaşları. Kuş tüyü kalemini aldı eline ve önündeki kâğıda hemen aklındakileri karalamaya başladı. Yavuz gelir gelmez okuyacaktı yazdıklarını ona, yine dalga geçerdi belki onunla ama olsundu, günün sonunda yazdıklarını alıp not defterinin en ücra köşelerine not eden de yine o olurdu.
***
“Yavuz!” diye seslendi arkadaşı ona. Genç adam güvertede oturmuş, elindeki not defterinden, en ücra köşelere not aldığı sözlere bakıyordu o sırada. Arkadaşı yanına gelip elini omzuna koyana kadar da fark etmemişti arkadaşının varlığını. “Yavuz.” dedi tekrardan, artık biraz daha sakindi. “Gel, sen de eğlenceye katıl be! Hem bak ne güzel türküler yakıyoruz, Mustafa da saz çalıyor. Ne dersin, ha?” Ya-vuz önce omzuna konan ele, ardından elin sahibine baktı boş gözlerle. Genç adamın gözlerine bakan herkes fark ederdi yorgunluğunu. “İstemez, Ramiz.” dedi kesin bir dille. “Kafam şişiyor sizinle eğlenmeye kalkınca, eşek gibi tepiniyorsunuz.” deyip geri döndü önüne.
Eline tekrar aldı küçük not defterini, deri kapağına baktı biraz. Annesinden hatıra kalmıştı bu minik defter. Annesi, ölene kadar, hayatı boyunca duyduğu veya gördüğü tüm güzel sözleri bu deftere yazmış. Böylece hem kendini kötü hissettiğinde açıp içindekileri okuyup bir nebze de olsa iyi hissedebileceği hem de güzel anılarını biriktirdiği bir defteri olmuş. Aynısını Yavuz’a da yaptırmıştı, hatta bu yüzden okuma-yazmayı erkenden öğrettirmişti kendisine. İlk başta sıkıcı bulmuştu bunu Yavuz, ‘Ne işime yarayacak ki bu şimdi?’ diye düşünmüştü. Sıradan bir defterdi işte. Değerini tam olarak idrak ettiği zamansa annesinin ölümü olmuştu. Annesinden geriye tek kalan öğüttü, anıydı, sevgiydi bu defter. Bu yüzden daha bir aşkla sarıldı bu deftere ve gördüğü, duyduğu her türlü güzel sözü not etti buraya.
Defterin anlamının kalbini doldurduğu o zaman ise, Yasemin ile tanıştığı zamandı. Yasemin’in iki dudağı arasından çıkacak her kelimeye hasret yaşamaya başlamıştı, kalbine dokunan her güzel sözünü yazmaya başlamıştı. Kızın yazdıklarını ilk gördüğünde şakaya vuruyordu başta, utanıyordu çünkü. Hem Yasemin utandığını görse, kendisiyle çok daha fena dalgalar geçerdi, biliyordu sevgilisini. Yine de her günün sonunda, sevgilisi yatağında huzurla uyurken, kızın karaladığı o birkaç kelimeyi her zaman not alıyordu. Sevdiğinden gelen ve kalbine dokunan her söz, şu hayattaki en değerli şeydi kendisi için.
Not defterini, arka sayfalardan başlayarak karıştırdı ve Yasemin’in sözlerini buldu. Tekrar tekrar okuyordu içinden, ancak aniden eğlence sesi kesildi ve o da merakla başını defterden kaldırdı. Baran sağ elinin işaret parmağını dudağına götürüp "sus" işareti yapmış, diğer elini de havaya kaldırmıştı. Ardından iki elini de indirdi ve elinde sazla bir fıçının üstünde oturan Yiğit’e çevirdi başını tekrar. “Şiiri söylesene Yiğit!” diye bağırdı ardından. Tüm kalabalık, Baran’a katıldığını belli ederek, hiddetle, tek bir ağızdan bağırdı. “Söyleyelim!”
Yiğit elindeki sazı kenara bıraktı ve Baran’ın yanına, masanın üstüne çıktı. “Hep birlikte!” diye bağırdı o da. “Biz dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz. Ufuklardan ufuklara haber sorar, gezeriz.” Yavuz sağ dizini kırmış, sağ kolunu da dizinin üstüne koymuştu ve şiiri hep bir ağızdan söyleyen arkadaşlarına bakıyordu. Hepsinden uzak durmak istemişti aslında ancak bu şiiri o da severdi. Savaşa giderken de savaş sırasında da söylemişlerdi sürekli.
“Güneşlerde uyuklayan yamaçları, kalbi durgun tarlaları bıraktık.” şimdi o da söylemeye başlamıştı kalabalıkla birlikte ancak sesli değildi onların aksine. Gövdesini denize çevirdi, ayaklarını güverteden aşağı sallandırdı ve dirseklerini dizlerine koyup biraz öne eğildi. Hafif hafif esen mehtaba karşı söylüyordu şiiri, vatanının yüreğine, sevdiğini kulağına varmasını ümit ederek. Bu sefer biraz farklı olsundu söyledikleri, ne olurdu ki?
“Gölge veren ağaçları sevmiyoruz biz artık.” diye devam etti, yüzünde bir gülümseme oluştu aynı anda. “Sevgilimiz, ey deniz!” Söylemeyi bırakıp çevresini seyretti, denizin kokusunu içine çekti. Mehtap biraz daha güçlüydü artık, saçları savruluyordu ve üşüyordu ancak askerdi o, bu minik mehtap mı rahatsız edecekti kendisini?
“Biz bayrağın fedaisi sayısız Türk genciyiz. Biz hilale şan arayan korku bilmez gemiciyiz.” diye devam etti. “Ey vatandan müjdelerle bize kadar gelen rüzgar! O sarışın sahillerde kara gözlü genç kızlar, yaz gecesi mehtap ile konuşurken, doğru söyle, sordular mı bizleri?..” ardından söylemeyi tekrar bıraktı ve derince iç çekip yıldızlara çevirdi gözlerini. Yüreğine bir sıkıntıdır düşmüştü, nedendir bilinmez. Aklına da Yasemin düştü o an, yüzü gözünün önüne geldiği anda gülümsedi. “Geliyorum,” dedi kendine. “Geliyorum, ve geldiğimde tüm sözlerini yazacağım tekrar.” dedi kendi kendine. “Kim bilir neler karaladın yine?”
____________________________________________________
GEMİCİLER*
Biz dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz.
Ufuklardan ufuklara haber sorar, gezeriz.
Güneşlerde uyuklayan yamaçları,
Kalbi durgun tarlaları bıraktık.
Gölge veren ağaçları
Sevmiyoruz biz artık.
Sevgilimiz,
Ey deniz!
İşte biz;
Nihayetsiz
Mavilikler yolcusu!
Ruhumuzun kardeşidir
Güneşlerde parlayan bu yeşil su.
Bayrağımız yeşil sular ateşidir.
Biz bayrağın fedaisi sayısız Türk genciyiz.
Biz hilale şan arayan korku bilmez gemiciyiz.
Ey vatandan müjdelerle bize kadar gelen rüzgar!
O sarışın sahillerde kara gözlü genç kızlar,
Yaz gecesi mehtap ile konuşurken,
Doğru söyle, sordular mı bizleri?..
Nasıl cevap verdi gökten
Gemimizin rehberi,
O vefakar
Yıldızlar?..
Poyraz var;
Yelken dolar.
Gemi sanki kanatlı!
Enginlerde pembe güneş
Gülümserken bu yolculuk ne tatlı!
Çal sazını kalenderce yiğit kardeş!
Nağmelerin yorulmayan dalgalardan bahtiyar.
Gönderelim bu ahengi o sevgili yurda kadar...
Enis Behiç KORYÜREK
Helal olsun valla
Harika bir yazı, Insanı uzaklara taşıyor.
Tebrik ederim.