Aybatur KIVANÇ
Ankara, 2019
HİKÂYE
*Bu hikâye Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Abdullah Efendi'nin Rüyaları" adlı hikâyesinden esinlenilerek yazılmıştır.
MUZAFFER BEY VE KURBAĞALARI*
Cuma akşamları sokaklarda başıboş dolaşan yalnızlara rastlamanız pek olasıdır. Her kaldırım taşını özenle inceleyerek ağır adımlarla yürür bu yalnızlar. Anlamsız tavırları ve gizemli görünüşleri sizi korkutmasın. Onlar yalnızca kendilerine zarar verirler. Soğuk bir cuma gecesi Boğaziçi sokaklarında dolaşan Muzaffer Bey de bu yalnızlardan biriydi. O gece kendisini bekleyen olağanüstülüklerden habersiz, bir şeyler içmek için hızla yürüyordu. Müdavimi olduğu küçük bir lokantaya girdi. Mekâna hâkim olan loş sarı ışık, girer girmez içini ısıtmıştı. Eşyaların birbirine karışan parıltıları arasında arka masalara doğru yürüdü. İçerisi kalabalık değildi. Muzaffer Bey pencere ve tabloların arasında kalan köşedeki tek kişilik masaya oturdu. Buraya her cuma gelirdi. Hep de bu masaya oturur ve aynı şeyleri içerdi. Paltosunu sandalyeye asıp önüne baktığında memuriyetten Müfide Hanım’ın iki masa önde oturduğunu gördü. Bu kadın uzun zamandır ilgisini çekiyordu. Güzel olduğu kadar zeki biri gibiydi. İş yerinde her gün karşılaşsa da henüz tanışma imkânı bulamamıştı. Şu an bunun için en doğru zaman olmalıydı. Müfide Hanım masada tekti ve keyfi yerinde görünüyordu. Genç vücudunu masaya doğru eğmiş, kalkan omuzlarının arasındaki siyah saçlarıyla oynuyordu. Masanın altında mavi kadife eteğiyle ayakkabıları arasından parlayan diri bacakları birbirini çaprazlıyordu. Muzaffer Bey harekete geçmek için kadının ona bakmasını bekledi. Göz göze geldiklerinde samimi bir tanıdık gibi gülümseyecek ve kadının masasına gitme hakkını kendinde bulacaktı. Ancak kadın daha çok pencere tarafına bakıyordu. Birini bekliyor gibiydi. Zaten Muzaffer Bey Müfide Hanım’ı yalnız görmeye alışkın değildi. Kesinlikle birilerini bekliyordu. Muzaffer Bey, olduğu yerde oturarak vakit kaybetmek istemedi. Şimdi kalkıp o masaya gitmeliydi. Hızla dizini indirip kaldırıyor ve düşünüyordu: “ Yanına gidince ne demeli? Doğrudan kendimi tanıtsam tuhaf olur durduk yere. Sadece selamlaşsak da olabilir. Ya ben oradayken beklediği kişi gelirse? O zaman da gelen kişiyle tanışmam gerekir, hiç gerek yok. Bu fırsatı bir daha yakalayamam. Gidip konuşmazsam pişman olacağıma da eminim.” Muzaffer Bey bunca hesabın içindeyken mekâna yine memuriyetten tanıdığı iki erkekle iki kadın girdi. Doğrudan Müfide Hanım’ın masasına yürüdüler. Birbirlerini öpüp sarıldıktan sonra gülüşerek masaya oturdular. Muzaffer Bey büzüldüğü köşesinden kesik bakışlarla onları izliyordu. Hala onlara katılabilirdi. Sonuçta iş arkadaşlarıydı ve belli ki grupta bir erkek eksikti.
O sırada sanki zihninden bağımsız, göğsünün içindeki bir ruh karşı masaya gitmek için debeleniyordu. Kalbine ve boğazına ardı ardına yumruklar atıyordu. Geceyi Müfide Hanım’ın masasında eğlenerek geçirmek düşüncesi elbette cezbediciydi fakat Muzaffer Bey bunu yapamazdı. Bir kere o insanların arasına karıştığında kendi içsel varlığını unutmalıydı. Samimi düşüncelerini gizlemeli, istenenleri söylemeliydi. Ne sessiz kalmalı ne de çok konuşmalıydı. İnsanlar onun sessizliğini kibirli buluyordu. Konuştuğundaysa basit ifadelerle yetinmediğinden insanların canını sıkıyordu. Muzaffer Bey’e göre günümüzdeki konuşmalar sosyal ilişkileri sürdürmek için çıkartılan seslerden ibaretti. Kendisi ne yaparsa yapsın laf olsun diye konuşamıyordu. Bu nedenle uzun zamandır kasıtlı olarak sosyalleşmiyordu da.
Muzaffer Bey’in göğsündeki arzu gitgide güçleniyordu. Neyin arzusuydu bu? Bir kadının mı, eğlencenin mi yoksa yıllardır çektiği yalnızlığın acısını bir gece olsun dindirmenin mi? Olduğu yerde duran vücuduna karşı içindeki his o kadar güçlendi ki göğüs kafesinde tutsak olan ikinci benliği Muzaffer Bey’in karnını parçalayıp dışarı çıktı. Muzaffer Bey’in boğazındaki düğümler çözülmüş, mide krampları dinmişti. Yıllardır görmediği diğer parçası karşısında duruyordu. Görünüşte kendinden hiçbir farkı yoktu. Belki biraz daha iyi görünümlü olabilirdi. Her ne kadar kendine benzese de Muzaffer Bey bir yabancıya bakıyormuş gibi hissediyordu. İkinci benliği karşı masaya doğru özgüvenle yürüdü ve izinle kendine sandalye çekip eğlenceye katıldı. Muzaffer Bey ona arkasından bağırmak istedi ama söyleyecek bir şeyi yoktu. Tam bu esnada sağ kolunda bir ürperti hissetti. Sağ çaprazındaki masaya baktığında yaşlı bir kurbağanın yorgun gözleriyle karşılaştı. Oldukça iri olan kurbağa masanın ortasında oturmuş, manidar bakışlarla Muzaffer Bey’i izliyordu. Muzaffer Bey bu ihtiyara yabancı değildi. Dostlukları on yıl öncesine dayanmaktaydı. İlk kez bir akşam yemeğinde karşılaşmışlardı. O gün eşi öleli iki hafta olan Muzaffer Bey yemeğini tek başına yiyordu. Çorbasını yudumlayıp önündeki sandalyeye bakarken karısını düşünüyordu. Ancak onun ölümüne üzülmekten çok varlığını özlüyordu. Öfkeli veya yasta da değildi. Tek istediği karşısında oturup onunla konuşacak olan kadındı. Aynı zamanda eşinin neden ve nasıl öldüğünü hatırlayamıyordu. Onu en son ne zaman gördüğünü de bilmiyordu. Bu hali karşısında vicdanıyla hararetli tartışmalara girişse de işe yaramıyordu, günlerdir iyi ya da kötü hiçbir şey hissetmiyordu. “İnsanın acıyı arzulayacak kadar duygulara muhtaç olması ne büyük felaket.” diye düşünüyordu.
Muzaffer Bey çorbasını bitirdiğinde kurbağa da karşı sandalyede belirmişti. Ona alışması uzun sürmedi. O akşamdan sonra sık sık görüştüler. Ne zaman Muzaffer Bey kafasını uğraştığı meşguliyetten kaldırsa değerli kurbağası da yakınında bir yerde beliriyordu. Elbette gün geçtikçe yeni kurbağalarla da karşılaşıyordu. Özellikle kalabalık içindeyken kurbağaları onun hep yanında olurdu. Bu yeşil yaratıklar Muzaffer Bey’in yalnızlığının vücut bulmuş haliydi.
Saat gece yarısını geçiyordu. Lokantadaki insanlar küçük gruplar halinde, kol kola ve sarhoş kahkahalarla dışarı çıkıyordu. Muzaffer Bey bardağındaki son damlaları yudumlamaktaydı. İhtiyar kurbağa ise yavaşça yere zıplayıp kapıya doğru yürüdü. Normalde olduğu yerden ayrılmayan kurbağanın bu hareketi Muzaffer Bey’i şaşırtmıştı. Bardağını bırakıp hızla ihtiyarın peşinden sokağa çıktı. Sol taraf Boğaz’a iniyordu. Sağında ise ay ışığının çizdiği belli belirsiz evler sokağın yukarısına uzanıyordu. Arada bir dönüp Muzaffer Bey’e bakan yaşlı kurbağa bu evlere doğru ağır ağır ilerliyordu. Muzaffer Bey ise nereye gittiğini bilmeden kurbağayı takip etti. Onlar yürümekteyken etraflarındaki evler de içindeki insanlarla beraber uyuyordu.
Sokağın sonuna geldiklerinde Muzaffer Bey dinlenmek için kaldırım kenarına çökmüştü ki yaşlı kurbağa köşedeki apartmandan sola döndü. Oturduğu gibi kalkan Muzaffer Bey kurbağanın arkasından koştu. Köşeyi döndüğünde ayağının altındaki asfalt koyu kahverengi toprağa dönüştü. Etrafını saran apartmanlar yerini ufka uzanan türlü ağaçlara bırakmıştı. Arkasına dönüp baktığındaysa karanlık bir ormandan başka bir şey yoktu. Bastığı toprak öyle yumuşaktı ki içinden oraya gömülmek geliyordu. Dengesini kaybettiğinde parlak yıldızların serinleten ışığı onu kollarından tutuyordu. Yüzüne vuran efsunlu rüzgâr içini huzurla doldurmuştu. Yaşlı kurbağa ise birkaç adım ilerde, üstünde bulundukları alçak tepeden aşağı bakıyordu. Muzaffer Bey kurbağanın yanına gidip aşağıya baktığında göl kenarında, küçük, ahşap bir ev gördü. Bu ev ailesinin yazlık evinin aynısıydı. Evin verandasında genç bir adam göle karşı oturmuş içki içip kitap okumaktaydı. Muzaffer Bey iyice baktığında bu kişinin kendisi olduğunu fark etti. O sırada evin kapısından yıllardır görmediği karısı çıktı. Verandadaki Muzaffer Bey’in yanına oturup kafasını omzuna yasladı. Muzaffer Bey’in kolunu okşuyor, sevgi dolu ifadesiyle bir şeyler anlatıyordu. Muzaffer Bey ise bir süre tepkisiz dinledikten sonra aniden ayağa fırlayıp elindeki kitabı göstererek bağırmaya başladı. Eşi ise güçlükle tuttuğu gözyaşlarının parlattığı bakışlarıyla karşılık verdikten sonra sitemle ayağa kalkıp içeri girdi, belli ki tartışmışlardı. Tepedeki Muzaffer Bey olanları şaşkınlıkla izliyordu. Bunların ne zaman yaşandığını hatırlamıyordu bile. Tekrar yerine oturan Muzaffer Bey ise kurbağa seslerinin yükseldiği göle bakarak gülümsüyordu. Bu kurbağalardan birkaçı verandada dolaşıyordu. Karısı içeriden elinde tahta bir çubukla geri geldi. Bu çubukla verandadaki kurbağaları dışarı itmeye başladı. Bunu gören Muzaffer Bey öfkelenmişe benziyordu. Kitabını bırakıp ayağa kalktı ve tekrar bağırmaya başladı. Onu dinlemeyen karısına doğru yürüdü. Elinde tuttuğu cam kadehi yere eğilmiş olan karısının kafasına çarptı. Kanlı cam parçaları her yere saçıldı. Kadın kafasını tutarak ayağa kalkmaya çalıştığında Muzaffer Bey onu kırmızıya bürünmüş saçlarından yakalayıp kendine çekti. Kırık kadehin tutulacak yeri kalmayana dek karısına vurmaya devam etti. Merdivene doğru kanlar içinde yığılan kadının üzerinden atlayıp kaçan kurbağaların peşinden koştu. En son kendini göl kenarındaki çamura, kurbağaların arasına bıraktı. Böylece Muzaffer Bey eşinin nasıl öldüğünü hatırladı: Onu, içindeki yalnızlık istenciyle öldürmüştü.
Gördükleri karşısında dehşete kapılan Muzaffer Bey arkasındaki ormana doğru koştu. Ormanın karanlığında kaybolmayı geçmişiyle yüzleşmeye tercih ediyordu. Biraz koştuktan sonra kendini tekrar Boğaziçi sokaklarında buldu. Üç katlı evlerin arasındaki bir yokuşta yaşlı kurbağa ile birlikteydi. Kurbağa aşağı doğru yürümeye başladı. Muzaffer Bey istemese de peşinden gitti. Önlerinde, yolun tam ortasında bir çamur birikintisi vardı. O kadar derin ve yoğun görünüyordu ki birikintiden çok bataklık gibiydi. Muzaffer Bey etrafından dolansa da yaşlı kurbağa olduğu yerde kaldı. Onlar birbirlerine bakarken binaların arasından başka kurbağalar çıkmaya başladı. Bu kurbağalar yavaş yavaş çamura doğru geliyor ve içine girip kayboluyorlardı. Yaşlı kurbağa önce Muzaffer Bey’e sonra da çamur bataklığına bakıp tebessümle başını salladı. Muzaffer Bey yorgundu. Kurbağanın ne istediğini anlıyordu. Kafasını kaldırıp göğe baktı. Derin bir nefes aldı. O esnada gözü, yokuşun tepesinden onu izleyen bir adama ilişti. Bu adam, Muzaffer Bey’in lokantada ayrıldığı ikinci benliğiydi. Koluna girdiği Müfide Hanım ve diğerleri aralarında gülüşürken o Muzaffer Bey’e bakıyordu. Yüzünde karşısındakine acıyan, kederli bir ifade vardı. Muzaffer Bey ise ikinci benliğine seslenmek istiyordu, asıl benliğini var ettiği için özür dileyecekti. Bataklığa eğildi, “Keşke yalnızlığım için başkalarını suçlayacak kadar aptal olabilsem. Artık içinde sıkıştığım boğucu kabuğa dayanamıyorum. İnsanlık rezaletinin utanılacak bir örneğiyim ben. Bu sefil varoluşumu anlamlandırabilecek tek şey ondan vazgeçmek ise eğer… Hak ettiğim gibi aşağılık bir son olacak.” dedi ve bataklığa doğru bir adım attı. Bedeni ağır ağır çamura batarken yaşlı kurbağa ve ikinci benliği Muzaffer Bey’i izliyorlardı. Çamur sol göğsüne ulaştığında kurtulmak için çırpınsa da daha da çok battı. Güneş doğuyordu. Ancak gözleri de dâhil tüm bedeni çamurun içinde kaybolan Muzaffer Bey bunu göremedi.
Comments