Aslınur BALTACI / 10-F
Ankara, 2019
HİKÂYE
KÖLE
O gün sabah da her zaman yaptığı gibi çok erken kalktı. Hava hâlâ karanlıktı. Üstüne eski püskü yırtık hırkasını geçirdiği gibi efendilerinin yaşadığı eve koştu. Onları uyandırmamak için her şeyi sessizce yapıyordu. Eline bir toz bezi kaptığı gibi etrafı silmeye koyuldu. Sonra da doğruca mutfağa gitti. Efendilerinin kahvaltısı için türlü marmelatlar, sayamadığı kadar çeşitli peynirler ve rengarenk meyvelerle çok güzel bir kahvaltı sofrası hazırladı. Bunları büyük masaya taşıyacaktı ki başı dönmeye başladı. Günlerdir hiçbir şey yememişti. Efendileri onu cezalandırmış ve kendisine lütuf gibi sundukları kuru ekmeği de vermeyi kesmişlerdi. İki gündür kimseler görmeden mutfaktan ekmek alıp büyük evin yanındaki derme çatma barakada beraber kaldığı küçük oğluna götürüyordu. Bunu yaparken de yakalanma korkusu içini yiyip bitiriyordu. Ev sahipleri bunu hiçbir zaman öğrenmemeliydi.
Kahvaltı için hazırladıklarını, yemek masasına güzelce yerleştirdi. Birkaç dakika sonra, evin de içinde bulunduğu büyük çiftliğin sahibi olan yaşlı, somurtkan ve bir o kadar da duygusuz efendisi, lüks kıyafetler ve pahalı takılardan başka gözü kendi öz çocuğunu dahi görmeyen karısı ile annesi ve babasına göre yufka yürekli bile denilebilecek, yirmili yaşlarının başında olan kızları aşağı indi. Yaşlı karı-koca sofraya yerleşirken yüzlerinde her zamanki beğenmeme ifadesi vardı. Efendilerinin kahvaltısı her zamankinden çok daha uzun sürmüştü, oğlu uyanmış olmalıydı. Onun yanına gitmek istiyordu fakat efendileri sofradan kalkmadan ve masayı toplamadan oradan ayrılamazdı. Kafasındaki bu düşünceler kapı zilinin çalmasıyla dağıldı. Masadaki soğuk sohbet de sona erdi. Herkes dikkat kesilmişti. Sabahın bu saatinde gelen davetsiz misafir kim olabilir diye birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Efendisi başıyla işaret edince gidip yavaşça kapıyı açtı. Gelen kişi karşısında şok olmuştu. Kapıda küçük oğlu gülümseyerek ona bakıyordu. Elinde de dün akşam mutfaktan alıp ona getirdiği ekmek vardı. Ne yapacağını, efendilerine ne diyeceğini bilemiyordu. Arkasını döndü ve masaya baktı. Efendisi ve karısı bir ekmeğe bir de oğlana bakıyor, zaman geçtikçe yüzleri kızgınlıktan daha da morarıyordu. Kızları ise sinirli görünmüyordu. Daha çok, az sonra olacaklar için endişeli gibiydi. Tekrar oğluna döndü ve ona gülümsemeye çalıştı. Küçük çocuk her şeyin yolunda olduğunu düşünerek ekmekten bir ısırık aldı ve tatlı bir şekilde “Anne neden bu kadar uzun sürdü, hadi eve gel!” dedi. O sırada arkadan gelen sesle efendisinin masadan kalkıp ona doğru yaklaştığını anladı, kafasını yere eğdi. Şimdi ne yapacaktı? Efendisi geldi ve onun tam yanında durdu. “Hırsızlar!” diye bağırdı ve küçük, masum çocuğa sert bir tokat attı.
O an kalbi durmuştu sanki. Nefes alamadı. Zaman akmayı bırakmış gibiydi. Şimdi o adama aynı tokadı atmalıydı ama bu imkânsızdı. Çünkü o bir köleydi. Her gün, her saat, her dakika çalışması gereken, küçücük oğluna verebildiği tek hediye -o da bulabilirse- kuru bir ekmekten ibaret olan ve onun canını yakan insan karşısında sadece başını eğebilecek bir köle… Ama hayır! Buna dayanamazdı. En değerli varlığına, oğluna eziyet edilmesine… Doğduğundan beri başka hayat bilmiyordu. Annesi de babası da birer köleydi. Köle olarak doğmuş ve köle olarak ölmüşlerdi. Kocası da… Hem de genç yaşta… Ağır işler, açlık, eziyet, işkence ve sonunda kaçınılmaz hastalıklar tüm sevdiklerini bu hayattan birer birer koparmıştı. Ama oğlu… Oğlu bu hayatı yaşamamalıydı. Buna yaşamak denirse… Özgür olmak her şeye değerdi. Evet, neye mal olursa olsun, artık özgür olacaktı. Oğlu da…
Yediği tokattan dolayı yere düşen olan oğlunu, hiçbir şey söylemeden kaldırdı. Ağlayan küçük, masum çocuğun gözyaşlarını sildi, elini tuttu. “Hadi yavrum!” dedi. Kapıyı sert bir şekilde örttü ve dışarı çıktılar. Koşar adımlarla kaldıkları barakaya gittiler. Eski bez çantasına anne, babasından ve eşinden kalan birkaç hatırayı ve oğlunun koydu. Oğlunu kucağına aldı. Tam barakadan çıkıp bu ömrünün tamamını sömüren çiftlikten kaçacaktı ki çiftlik sahibi ve karısı barakadan içeri daldı. Delirmiş görünüyorlardı. Adamın elinde bir tüfek vardı ve karısı “Sen bizim kölemizsin ve sonsuza kadar da öyle kalacaksın!” diye bağırıyordu. Hayır, buna izin veremezdi. Kapıya doğru yöneldi tekrardan. O anda iki el silah sesi duyuldu. Gözyaşları içinde oğluna baktı. Çiftlik sahibi onu da oğlunu da vurmuştu. Oğluna sarıldı ve kulağına sevinçle “ARTIK ÖZGÜRÜZ!” dedi.
Comments