*Bu hikâye, 2021-2022 Türk Dili ve Edebiyatı Zümresi Proje Ödevi olarak hazırlanmıştır.
Proje Ödevi Konusu: Seçtiği bir şiirden yola çıkarak hikâye yazma.
ÖN SÖZ
Öncelikle ödevi yapmaktaki amacım herhangi bir şiiri nasıl kurgulayabilir, kendimden neler katabilirim görmekti. Verilen olayları detaylandırıp kurguya dökmeyi amaçladım. Sonrasında araştırmalarıma başladım. İlk önce seçmiş olduğum Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirini açıp okudum. Bunun için en güvenilir kaynağın -şiirde de geçen- Niğde Ulukışla Kaymakamlığı’nın resmî sitesi olduğunu düşündüm. Şiiri birkaç defa okuduktan sonra bu sefer de şiir incelemelerine göz attım. Bunun için de Dergipark’taki makalelerden yararlandım.
“Han Duvarları” şiiri 1925 yılında Faruk Nafiz Çamlıbel tarafından yazılmıştır. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önde gelen klasiği olarak değerlendirilir. Faruk Nafiz Çamlıbel’in bu şiiri memleket edebiyatı örneği olarak nitelendirilir.
Ben de elimden geldiğince bu şiiri hikâyeye çevirdim.
***
Nisan 2022
HAN DUVARLARI
-Osman Hamdi Bey’ e-
Ne zaman eskilerden kalma bir han görsem bundan yıllar öncesine gider, yaptığım o zorlu yolculuğu, o yolculukta gördüklerimi, yaşadıklarımı, hissettiklerimi hatırlarım.
***
Zamanı gelmişti gidiyordum. Ufuktan gurbet yolları gözüktü. Niğde’den Orta Anadolu’ya bu hırçın yolculuk başlamak üzereydi. Bu benim için ilk acıydı, ilk ayrılıktı. İnsanın memleketinden, sevdiklerinden ayrılması ne zormuş meğerse… Arkasında bıraktığı onca insan, anı… Yüreğim sızladı o atlı arabaya binerken. Hiç kolay olmadı kırbacın şaklayış sesini duymak. Bundan sonra hiçbir şey de kolay olmayacaktı. Asıl zorluklar şimdi başlıyordu. Nelerle, kimlerle karşılaşacağımı bilmeden çıktım yola. Sonu belli olmayan bir senaryoya imza atmıştım.
Önümüz kış. Rüzgâr sanki önümüzü kesmeye çalışırmışçasına esiyor, bizi geri döndürmeye çalışıyordu. Ölüm sessizliği içerisinde yol alıyorduk. Sanki cinler ortalıkta cirit oynuyordu. Gökyüzü sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar, dağlar sarı. Etrafta hiçbir şey yok. Sonsuz bir boşluk sanki, sonu olmayan bir yolculuk. Arada bir ıslık sesi gelirdi. Arabacı mı çalardı yoksa rüzgârdan mı gelirdi ben de bilmiyorum. Ne fark eder ki zaten. Aradan kaç saat geçti bilmiyorum, nerelerdeyiz diye bakmak için kafamı dışarı çıkardım. Vay çıkarmaz olaydım! Hava çok çetindi, bulutlanıyordu. Yağmur yağacak belliydi. Yokuş dağ yolları yılan gibi kıvrım kıvrım… Bir de çamur olmuş, ilerlememizi zorlaştırıyordu. Zorlu mücadeleler ardından çok şükür dağın tepesine ulaştık. Ufka bağlanan bir ova kucakladı bizi. Yolun başı var, sonu yoktu. Sonu gözükmeyen o yollar sanki yolun da sonunun gelmeyeceği izlenimini veriyordu. Umudumuzu kaybetmemek gerekti. İşin iyi yanından bakarsak yollar artık kıvrımlı değil dümdüzdü. Yol almak daha kolaydı. Bunu gören arabacı derin bir oh çekti. Ayrıca yolda ne bir kervansaray vardı ne de bir köy. Bir tanecik ev ile denk gelmek bile hayal olmuştu. Yapayalnızdık. Başımıza bir iş gelse ne gören olacaktı ne de duyan. İnsan aklı durur mu? Binbir tane senaryo geçiyor aklından. Yolun sonu gelmek bilmedi. Uzun yollar boyunca tekerlek bir şeyler anlatmak ister gibi tıkırdadı durdu. Ninni gibi kaptırmışım kendimi tekerleğin sesine, uyumuş kalmışım.
Bir sarsıntıyla uyandım. Suyu azalmış durgun bir dereden geçiyorduk sanki. Tabii kış daha tam gelmemişti dere yatakları henüz dolmamıştı. Tam karşımızda hisar gibi Niğde yükseliyordu. Su serpildi yüreğime. İnsanlığa dair bir bulguya rastlamıştık Allah’ın izniyle. Kervanlar geçiyordu buralardan. Güneş pılını pırtını toplamış gidiyor, yerini aya bırakıyordu. Bu gece konaklayacağımız yer belliydi artık. Gördüğümüz ilk hana attık kendimizi. İçeride pek çok yolcu vardı. Kim bilir nereden gelip nereye gidiyorlardı? Kültür yuvası olmuştu sanki içerisi. Vatanımın dört bir yanından insan toplanmış. Birbirleriyle paylaşıyorlardı yaşadıklarını. Hepsinin gönlü memleket hasretiyle yanıp tutuşuyordu gariplerin. Saat oldukça ilerledi üst kata yataklarımıza çıktık. Yarın yol daha zorlu geçecekti. Havanın ne olacağını kim bilir? Uyumak gerekti. Yattığım yerden odanın duvarlarını incelerken gözüme uyku girmedi. Kim bilir kimler gelip geçti buralardan? Yatağımın kenarında karaca bir duvar vardı. Üstüne bir şeyler yazılmış belli. Eskimiş ama güçlükle okunuyor. Birkaç net mısra çarpıverdi gözüme. Şöyle yazıyordu:
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da tarih yazıyordu. Sekiz mart otuz yedi. Bu yazı beni derin düşüncelere sürükledi. Kendimi onun yerine koydum. Ne acı… Bizim de ne olacağımız belli değil. Yüreğim yandı okurken. Koskoca on yıl. Söylemesi kolay tabii ‘’on yıl’’. Ya yaşamak? Yazanı merak ettim. Yazı tazeydi. Dert daha taze… Derdine ortak olmak istedim. Yardım etmek istedim ancak imza yerinde ne adı vardı ne de sanı. Allah yolunu açık etsin, ne diyelim, Allah yardımcısı olsun. Elimden gelen başka bir şey yok şu anda.
Daha gün ağarmadan yola çıktık. Ne demiş atalarımız; mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Ne doğru söylemişler. Aldığım her nefeste hissedebiliyordum o soğuğu sanki boğazım yavaş yavaş buz tutuyordu. Soğuk ciğerlerimi yakıyordu. Daha güneş uyanmadan arkamızda bıraktık şehri. Buralar ıssız değildi. Höyükler, kervanlar, hanlar… Yalnız hissetmiyordum artık. Umut vardı burada. Bu yolda bizim gibi pek çok gurbetçi vardı. Hiçbiri bizden farklı değildi.
Ah bu yollar bitmek bilmez mi, üstüne bir de bulutlar kar getirmez mi! Her taraf beyaz bir karanlığa bürünmüştü sanki. Bu karanlık değil beyaz bir ölümdü. Atın ayakları kara gömülüyor çıkarmak için tüm enerjisini harcıyordu. O da üşümüştü. Bu havalar bizden çok ona zordu elbet. Ellerimizi açtık başladık dua etmeye, başka yapabileceğimiz ne vardı ki? Can vermeden sığınacak bir yer bulmak için Allah’ a yalvarıyorduk. Aradan zaman geçti tam ümidimizi yitirmişken arabacı bağırdı. ‘’İşte Araplıbeli! ‘’ Hiçbir seslenişin beni bu kadar rahatlatacağını düşünmezdim. Bir an da yüreğime kor düştü sanki, öyle ısınıverdim.
Dalıverdik kervana. Bizden önce gelenler oturmuş ateşin başına. Yanan ateşten terapi gibi gelen o çıtırtı sesi, gurbetçilerin birbirine anlattığı o öyküler… Ninni gibi geldi. Uykudan gözüme sis perdesi iniverdi. Ortamdan sıyrılıp üst kata odama çıktım. Üstümü değiştirdim, buz gibi nevresimler takılı yatağın içinde ısınmaya çalışırken yine birkaç mısra ilişti gözüme:
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Yüreğime bir hançer gibi saplandı bu sözler. Aşağıdan eğlence sesleri geliyordu evet ama hepsinin içinde yanan bir hasret vardı. Gittikleri yollar kadar sonsuz dertleri vardı belki de. Tek derman da sevdiklerine kavuşmaktı. Düşündükçe içim yandı. O gece gözüme uyku girmedi.
Sabah yola çıkarken hava açıktı. Bahar gelmişti sanki. Daha geçen gün karlar altında kalan bu toprak, bir anda ısınıverdi. Utanmasa ağaçlar çiçek açacaktı. Üç günde üç mevsim görmüştük sanki. Sonbahar, kış, ilkbahar. Bugün yol pek kolay geçti. Yanımızdan kervanlar geçiyordu. Daha gün batmadan İncesu’ya ulaştık. Erken gelmişken handaki gurbetçilerle tanıştık. Sohbet ettik. Pek çok yaşanmışlıklar aktardık birbirimize. Sabah yola erken çıkacağımızdan yatmaya o gece erken gittik. Gözümü yumduğum gibi de uyumuşum. Uyumuşum uyumasına da uyanması canımı alacaktı. Ölüm rüyasıyla uyandım. Baş ucumda birkaç mısra gördüm:
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben"
Ey Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış! Yakışmadı sana yurduna varmadan, o dağları aşmadan post vermek elin yabanına, kurduna. Kim bilir ne kadar yolcu vardır senin gibi bu yolculuğun sonunu göremeyen. Eşine, çocuklarına, annene sarılma umuduyla yola devam ederken bir daha bunu yapamayacak olmak… Ne acı. Ailesinin de derbi başından aşkındır şimdi. Haftalardır burunlarında tütüyordur ve bir daha göremeyecek olmaları gerçeği… Çok zor, çok…
Merakımdan gittim hancının yanına. Dedim “Bilir misin Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ı?” Uzun uzun baktı gözlerimin içine. Buruk bir sesle “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende.” dedi. İkimiz de tutamadık kendimizi. Gözlerimiz yaşardı. Sarılıverdim hancıya insanın böyle zamanlarda başını koyacak bir omuza ihtiyacı vardır sonuçta.
***
İşte böyle… Aradan yıllar geçti ne zaman bugün olduğu gibi bir han görsem hâlâ tüylerim diken diken olur. Anılarım canlanır gözümün önünde. Orada gizlenen dertleri ben bilirim. Okuduğum onca mısra, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın ölümü ve daha niceleri… Benim tanık olmadığım onca yaşanmışlık. O çamurda atın ayaklarının kaydığı kıvrımlı, ufka bağlanan, ucu bucağı gözükmeyen yollar; ufuktan gözüktüğünde umut kaynağı olan şehrin ışıkları, handa oturup sohbet ettiğin belki bir şeyler yiyip içtiğin o insanlar aslında çok şey ifade ediyor. Hepsinde bir yaşanmışlık, bir tecrübe var. Han duvarlarındaki mısralar, yurduna dönemeyen yolcular var…
***
SON SÖZ
Ödevin yapılış amacı doğrultusunda bir şiiri nasıl düzyazıya dökeceğimi, üstü kapalı verilmiş olayları nasıl detaylandırıp kurguya dökeceğimi öğrendim. Yazdığım hikâyede daha çok yazarın gözünden görüyoruz olayları. Bu da benim için yazmayı kolaylaştırdı. Kendimi onun yerine koyduğumda gerisi geldi. Hikâye biraz hüzünlüydü. Yazarın gözlemleri, derin düşünceleri beni de düşünmeye sürükledi. Özellikle tekrardan yurduna, ailesine kavuşamayan o yolcunun olduğu kısımda içim cız etmedi değil. Bazen yazarken kurgunun devamını getirmekte zorlandım. Ama sonuç olarak bu ödevle beraber eski dönemlerde yolcuların hem mental hem de fiziksel anlamda ne kadar yorucu bir süreçten geçtiğini öğrenmiş oldum.
KAYNAKÇA
Comments