top of page
Yazarın fotoğrafıBregeal Yazıyor

"ALIN YAZISI" - Fazilet ERYILMAZ - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Güncelleme tarihi: 9 Kas 2023



Ankara, Ocak 2015

ALIN YAZISI


“Alo… Canım!”

Öyle güzeldi ki eşinin telefondaki sesi…

Genç kadın: “Her zaman çok sevmişimdir zaten.” dedi içinden.

“Sevgisi bütün içtenliğiyle yansır sesinin rengine… Bir «Canım!» deyişi vardır, dünyaya bedel… O «Canım!» derken gerçekten o canın bir parçası hatta bizzat kendisi olduğumu hissettirir. Öyle güzel bakar ki sonra… Âdeta gözleriyle konuşur; duyguları yüreğinden taşıp ifade edecek söz bulamayınca sadece bakar o güzel gözleriyle... Bakar, bakar, bakar... Dakikalarca bıkmadan, usanmadan bakar gözlerimin içine. Gözleri dolmaya başlar sonra: «Doyamadım ki…» der. Ben daha fazla dayanamaz kaçırırım gözlerimi. Yüreğime bir ateş düşüverir. Hem çok, çok mutlu olurum hem de korkarım beni bu denli sevmesinden.”


***


Birbirlerini ne kadar sevdiklerini anlamaları için uzak kalmaları gerekmişti bir süre… Gerçi delikanlı, en başından beri hep sevgisinden emindi, hiç tereddüt etmemişti. Onu sevmeye başladığından itibaren tek düşüncesi onunla evlenmek; onu kendine, kendini ona eş yapmaktı. Ama kız… Ne kendinden ne ondan bir türlü emin olamıyor, güvenemiyor; “Ya sonra, ya sonra…?” diye içten içe sorularıyla bu yeni yeni filizlenen, yeşeren aşkı daha fazla büyümeden söküp atmaya çalışıyordu yüreğinden.

Öyle de yaptı. “Olmaz bu iş… Sonumuz yok bizim… Bitirelim, bitsin artık, güzellikle ayrılalım gitsin. Sonra… Sonra daha zor olur, daha fazla uzatmadan bitirelim. Neden, diye sorma… Böyle gerekiyor işte… Her şey çok güzeldi, evet, çok mutluydum seninle… Tamam ama bitmeli artık. Dostça ayrılalım.”

Bakakaldı delikanlı bir süre konuşamadan… O andaki duyguları tarifsizdi. Büyük bir hayal kırıklığı… Tam ipi göğüsleyecekken tökezleyip düşmek gibi… Dağın zirvesine ulaşmaya birkaç adım kala yuvarlanıp düşmek gibi… Düşmek, düşmek, düşmek… Halbuki daha dün bulutların üzerinde geziniyordu. Şimdi ise sonsuz bir boşlukta düşüyordu.

Delikanlı, kızı çok iyi tanıyordu. Bir defa “Hayır!” deyip kestirip attı mı ne dese onu döndüremezdi sözünden. Hayır, hayır kesinlikle gurur değildi bu. Bir şans daha vereceğini bilse yalvarırdı. Neden yalvarmasın? Aşkta gurur olmazdı. Ama… Biliyordu ki hiçbir faydası olmazdı. Hem madem o en sevdiği böyle karar vermişti, saygı duymalıydı. Öyle bencil bir sevgi değildi onunkisi. Evet, parça parça olacaktı içi… Evet, geleceğe dönük hayalleri olmayacaktı belki… Yaşamın akışına öyle bırakıverecekti kendini… Yarınsız… Nefessiz yaşayacaktı belki, evet. Ama olsun… O böyle mutlu olacaksa… O mutlu olacaksa kendi mutluluğundan fedakârlık yapabilirdi.

“Yeter ki o mutlu olsun, her şeye razı olurum ben.” dedi içinden. Amacı onu mutlu etmek değil miydi zaten? Kendine en başta -hatta daha kızın haberi bile yokken onu ne denli sevdiğinden- böyle söz vermemiş miydi? Ne yapıp edecek onun yüzünü mutluluktan güldürecekti. Çünkü kızın gülen yüzündeki hüznü, bir o görebiliyordu. Gerçek mutluluğu arıyordu kız, bir o biliyordu mutluymuş rolü yaptığını.

“Benim felsefem; gülümse hayata, o da sana gülsün.” derdi kız gülerek.

Delikanlı, “Ben vazifemi yaptım.” dedi içinden. “Bir süreliğine onu mutlu etmem gerekiyordu, yaptım vazifemi. Şimdi ondan ayrılmam mutlu edecekse onu, onu da yaparım, yapmalıyım.”

Beraberce yürüyorlardı. “Son kez…” dedi delikanlı içinden. “Allah’ım, bitmesin bu yol. Bitmesin, bitmesin, bitmesin… Ah Allah’ım, zaman dursa!” Yavaş yavaş yürüyorlardı yan yana… Kuvvetli bir rüzgâr esmeye başladı karşıdan. İsteseler de hızlı yürüyemeyeceklerdi artık. Delikanlı gülümsedi: “Allah’ım… Duydun ya sesimi! Öyleyse ben de hakkıma razı olup bekleyeceğim. Zaten elimden başka bir şey de gelmez ki... Beklemek, beklemek, beklemek…”

Kuru soğuk kesiyordu yüzlerini. Baktı. Kızın yanakları al al, gözleri, burnu kızarmış. “Üzgün mü acaba o da? Yoksa, yoksa sadece Ankara’nın ayazı... Dayanamaz zaten soğuğa, üşüyüverir hemen. Narin elleri üşümüş müdür? Tutsam, ısıtsam… Yok, yok dokunamam. Belki… Belki onun da yanıyordur içi benim gibi. Belki… Belki o da hissetmiyordur soğuğu benim gibi. Belki, belki, belki…”

Zaman durmadı tabii… Ayrılık vakti geldi çattı.

“Her şey için teşekkür ederim.” dedi kız. “Bak, üzülme diyemem ama üzülmeni de istemem. Sen çok, çok iyi birisin. İyisin evet, hiç yanıltmadın beni. Ama… Ama bu seninle ilgili bir durum değil, benimle ilgili… Ben, ben bilmiyorum. Bilmiyorum. Sebebi yok… Öyle işte… İyi ol tamam mı? Hep olduğun gibi kal. Hoşça kal. Hadi gönder beni, gitmeliyim artık.”

Elini uzattı delikanlıya… Delikanlı tuttu elini, tahmin ettiği gibi soğuktu, çok soğuk. Gözlerine hücum eden yaşlara engel olmaya çalışıyordu. “Hayır!” dedi içinden. “Şimdi değil, biraz daha bekleyin. Sonra beraber akacağız sabahlara kadar… Hiç durun demeyeceğim, kuruyana kadar göz pınarlarım. Şimdi ağlayamam, bunu yapamam ona. Özgür olmalı kararında. Özgür olmalı seçiminde. Biliyor onu ne denli sevdiğimi, kendimden bile, kendinden bile… Özgür bırakıyorum aşkım seni, ben aşkının tutsağı… Evet, ben tutsağım ama sen, sen özgür olmalısın. Seni sevmek nasıl benim tercihimse sen de seçiminde özgür olmalısın. Çünkü… Çünkü çok, çok seviyorum seni…”

Gözlerinin içine baktı duymuş muydu acaba içinden söylediklerini? “Biliyor, o da adı gibi biliyor işte…” diye düşündü. Kendine doğru çekti, alnına bir buse kondurdu. “Veda busesi…” dedi içinden sonra gözlerinin içine baktı yeniden ve “Hoşça kal.” dedi.


***


“Of, of Allah’ım! Neden unutamıyorum sanki? Niye olur olmadık zamanlarda aklıma düşüveriyor. Kolay olacak zannetmiştim. Neden hep onunla kıyaslıyorum herkesi? O olsa ne derdi? O olsa ne yapardı? O olsa nasıl bakardı? O olsa, o olsa, o olsa… Ama artık o yok. Hem ben böyle olsun istemedim mi? İstedim, ben istedim ama o da hemen kabul ediverdi. Neden? Sanki kabul etmese tutturmayacaktım bencil diye… Evet, ne bencilmişsin diyecektim. Yani sen seviyorsun diye… Ah, ne zekidir o… Beni benden iyi tanıyor tabii… Buna fırsat vermedi. Öyleyse? Yıllar geçti. Aylar, aylar geçti. Saymadım, saymam. Ama o ayları, günleri değil dakikaları bile saymıştır, sayıyordur…”


***


Telefon çaldı. Arayan annesiydi. “O aradı.” dedi. “Telefon numaranı istedi, sana sormadan vermek istemedim. Ne yapayım? Ne istiyorsun?”

Kalbi güm güm atmaya başladı. Kulaklarına inanamıyordu. İşte, gene yanıltmamıştı onu. Bekliyordu, biliyordu arayacağını. “Tamam.” dedi annesine. “Ver telefonumu.”

Haftalardır rüyalarına giriyordu zaten. Hele son üç gündür hep aynı rüya: Karşısına dikiliyor, elleri ceplerinde, öyle başını hafif yana eğip, her zamanki sıcacık bakışı ve en tatlı sesiyle “Neden aramıyorsun?” diye soruyordu. “Neden aramıyorsun?” Tam “Nasıl…?” diye soracakken uyanıveriyordu. Bir süre etkisinde kalıyordu rüyanın. “Nasıl arayabilirim? Nerede olduğunu bile bilmiyorum ki…” diye

düşünüyordu. Hem, hem kendisi niye aramıyordu ki? İstese bal gibi bulabilirdi onu.

İşte şimdi… Biliyordu. Bu rüyalar boşa olmazdı. Artık telefonunu beklemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. “Zaten çok bekletmez.” diye düşündü.


***


Telefon çaldı. Arayan oydu.

“Merhaba…” dedi delikanlı o güzel sesiyle.

“Merhaba, neden aramadın?” dedi hemen kız.

“Çok, çok istedim aramak ama…” dedi delikanlı.

“Arayacağını biliyordum. Neredesin?”

“Ankara’dayım ben…”

“Ankara’da mı?”

“Evet… Vaktin varsa… Şey yani… Görüşebilir miyiz?”

“Evet…”

“Sen neredesin? Geleyim ben.”

“Hemen bu akşam mı?”

“Evet, evet hemen…”

“Tamam, şey… Etlik’teki parkı hatırladın mı? Saat sekizde oraya gel.”

“Tamam, sekizde ordayım. Görüşürüz.”


***


Yarım saattir gelmesini bekliyordu. Telefonu kapatır kapatmaz hemen koşmuş, arkadaşından arabasını istemiş, soluğu parkta almıştı. Heyecandan nefes almayı unutuyor, soluksuz kalıyordu. “Gelecek mi gerçekten?” diye düşündü. “Konuşmak istemese telefonunu vermezdi. Görüşmek istemese gel demezdi. Gelecek…” dedi içinden. Parkın orta yerinde durmuş, bir sağa, bir sola bakıyor; nereden geleceğini kestirmeye çalışıyordu. “Yakında oturuyor olmalı?” diye düşündü. “Ankara, ah Ankara…” diye iç çekti.

O uzak, en uzak sınır şehrine gitmeyi de kendi istemişti. Ne kadar uzak olursa acısına katlanmak o kadar kolay olur zannetmişti, olmadı. "Bir daha dönmem, dönemem." diye düşünürdü hep. Bu kurs olmasa geleceği de yoktu Ankara’ya. Sonra o rüyalar… Ama hep aynı rüya: Karşısına dikiliveriyor, o güzel gözlerini gözlerine dikip, sitemkâr bir tavırla, “Neden aramıyorsun?” diye hesap soruyordu. “Bir işaret olmalı…” diye düşünmüştü, “Bu rüyalar boşa olamaz.” Sonra… Sonra işte buradaydı. “Allah’ım şükürler olsun. Bir fırsat daha… Elimden geleni yapacağım bu sefer onu ikna etmek için.”

Geldi. İkisinin de yüreği pır pır ediyordu.

Konuştular. Aynı rüya… Bu nasıl olabilirdi? “Bu bir işaret olmalı…” dediler. “Evet, bir şans daha tanıyalım kendimize…” dedi kız. “Kim bilir? Belki de alın yazımız beraber yazılmıştır.” dedi delikanlı. “Kim bilir?” dedi kız elini uzattı ve delikanlı o eli tutarken bir daha hiç, hiç bırakamayacağını anlamıştı.


***


Telefonun ahizesini kaldırdı kız nişanlısını aramak için. Kulağına tuttu tam numaraları çevirecekken karşıdan onun sesi, evet, onun o güzel sesi:

“Alo… Canım…”

Kız şaşkın, “Alo, sen misin aşkım? Nasıl olur?” dedi. “Ben, ben daha aramadım ki seni…”

Delikanlı güldü: “Ama ben aradım seni canım… Kalp kalbe karşıdır demişler, güzelim.” dedi.

Gülüştüler.

Kız da artık inanıyordu, biliyordu; o doğru kişiydi. Alın yazıları beraber yazılmıştı. Eş olacaklardı birbirlerine ve bu hayat yolunu beraber yürüyeceklerdi.


***


“Alo… Canım!”

Öyle güzeldi ki eşinin telefondaki sesi…

108 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Sitemize Abone Olun

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

bottom of page