top of page
Yazarın fotoğrafıBregeal Yazıyor

"DİL-İLETİŞİM-FİKİR İLİŞKİSİ ÜZERİNE" - Furkan DEMİREL

Güncelleme tarihi: 31 Eki 2022


Furkan DEMİREL / 12-E

Ankara, 2018

FELSEFİ DENEME

DİL-İLETİŞİM-FİKİR İLİŞKİSİ ÜZERİNE

“Varlıklar, ilk varoldukları andan itibaren birbirleriyle etkileşim hâlindedir zira etrafını varlıktan başkası kaplayamaz.” apriorisi* üzerinden iletişimin ve dilin ne olduğunu, varlıkların etkileşimi üzerinden anlatmaya çalışacağım.


İletişim, kişiler arasındaki bilgi, duygu, düşünce aktarımı olarak tanımlanabilir. Pekâlâ, bu ne demektir? Bunu anlatmak için canlıların varlıklarla olan etkileşimini inceleyelim.


Var olduğumuz andan itibaren ne olduğunu bilmediğimiz varlıklar tarafından çevrelenmiş durumdayız. Bütün canlılar/süjeler bir varlık olmanın, farkında olarak ya da olmayarak, sorumluluğundadır. Ancak canlılar doğuştan gelen verilere rağmen bilgisizdir zira bu bilgiler ileri dönemlerde ortaya çıkmaya başlar. Duyular/seziler ise varlığı tanımak için kullandığımız ilk ve en temel metottur.


Süje* ve objelerden* oluştuğunu varsaydığımız evren, her an bir çıktı verirken süje duyularıyla algıladığı evreni, bir resmi kavramadan önce görür gibi görecek, koklayacak, tadacak ve de hissedecektir. İmajı görebilen süje bu verileri genellikle zihnine aktarma çabasında olacak ve bu sırada elde edebildiği verilerle resmin bir kopyasını ortaya çıkaracaktır. Sonuç olarak süje bu kopya resmi yorumlar ve yorumu ölçüsünde kendini varoluşturur. Bu durumda varlıkların bütün varlıkları anlaması çok zordur. Zira her canlı kendi bilincinde yaşar, ondan çıkamaz. Ama burada ek olarak önemli bir etken vardır ki bu da zamandır. Süjeler kendi zamanlarında yaşarlar. Ezelden beridir gelmediği gibi bu durumda zamanın belli bir dönemi içerisinde sıkışan süje, bilinç* ile beraber varlığı tamamen kavraması için ikinci bir engelle karşılaşır. Ek olarak objektifliğin varlığı tartışma konusu olacaktır zira süje öznelliği yaratan bilincin içinden çıkamadığı için nesnellik olarak adlandırılan şey, soğukkanlı ve olgun bir bakış açısından fazlası değildir.


Buraya kadarki incelemelerde süje sadece cansız olan varlıklarla etkileşime giriyor gibi görünüyor olabilir. Şimdi ise canlıların/süjelerin birbirleriyle olan etkileşim ve iletişimlerini de anlamamız için konuyu detaylandırmaya/temellendirmeye çalışacağım.


İki tane –veya daha fazla- süjenin varolma sorumluluğunun birbirlerine olan etkisini aktif hareket eden hayvanlar üzerinde incelediğimizde şunu görüyoruz: Eğer her iki süje birbirinin canlı olduğunu ve birbirinin varoluşlarını etkileyebileceklerini fark ettilerse buna göre birbirinin varoluşunda doğrudan etki yaratmaya çalışabiliyorlar. Bu durumu iki köpek üzerinden örneklendirelim: Bir köpek diğerinden korktuğunda dış görünüşüne duygusu yansıyacaktır. Korkan köpek, kuyruğunu bacakları arasına alır ve pusar, korkudan kuruyan ağzını diliyle yalamaya başlar. Aynı durum saldırgan tavırdaki ikinci köpek için de geçerlidir. Saldırgan köpek, üstünlüğünü göstermek için kuyruğunu dikleştirir, gözlerini tehditkâr bir şekilde diğerinin gözlerine diker. Böylece iki köpek de kendi duygusunu birer imge üzerinden aktararak ve iletişimi başlatır. Zira canlıların içinde varoluşlarının imgelerini verebildiklerinin bilincine varmışlardır. Köpekler arasında duygu ve bilgi aktarımı oluşmuştur. Anlıyoruz ki iletişim canlılar arasında her an varlığını koruyan bir gerçekliktir. Canlılar sürekli olarak en temel bilinçaltı* düzeyinde bile olsa birer yorum yaparlar.


Canlı davranışları imgeler olarak yansıyorken bu yansımalara göre farklı yargılar -sezgi ve akıl ile- oluşur. Canlı hareket etsin etmesin süje yorumlamalar yapar ve süjeye veriler gelmeye devam eder. Eğer köpek kuyruğunu bacakları arasına almamış olsaydı, bu durum bir başka çıkarım oluşturmamıza olanak verirdi. İşte bu nedenle davranışlar alegorik anlamda olabilir.


İnsan diğer canlılara göre doğuştan daha az bilgi taşır, akıl ona bir öğrenme süreci sağlar, çocukluk ve bebeklik süreci bunu kapsar. Bu sırada insanın kendi benliği oluşur. Bu oluşum sırasında alegori* sistemi de gelişecektir böylece insan kendi bilincini kazanır. İnsan bu konuda öyle yeteneklidir ki duyumsadığı imgelerden* yola çıkarak yeni imgeler ortaya çıkarabilir ve imgelerin aktarımını üst düzeyde yapabilir. Diller, bunun sonucu oluşur.


İnsanlar seslerinin bir alegoriyi, bir durumu temsil edişini bilinçaltında fark ettiler ve alegori üzerine düşünmeye başladılar. İnsanın düşünme sistemi milyonlarca yılda gelişti: Sesler birleşti, kelimeler oluştu; kelimeler de birleşti -ve geliştirildi-, farklı kelimeler ve türleri oluştu; ardından cümleler bunu takip etti. İnsan, gördüklerinin imgesini eylem bildiren cümleler ile birlikte sözel bir biçimde anlatmakla kalmadı; düşüncelerini de imgeleştirmeyi becerdi ve iletişimi daha da geliştirdi.


Bu yazımda dilin iki önemli işlevini anlatabilirim:


1) Dil çok ileri bir alegori sistematiğidir. Bu sistematik, imgelerin anlatımında büyük bir kolaylık sağlar, bunu idealizm ve formalizm sayesinde yapar. Bunun temel sebebi alegorik olan dil sisteminin ta kendisidir. Zira dildeki kelimelerin her birinde bir kalıplaştırma yaparız. Bir insan olarak varsaydığımız süje ve köpek üzerinden inceleyelim: İnsan olan süje hayatında ilk defa bir köpek görür ve onu sezer. İmajını sezen süje – bulunduğu zamanın ve içinde olduğu bilincin limitinde – anlamlandıramadığı sezi parçasına ad verir –yani imgesini temsil eden sezilerin sembolünü yaratır. Bundan sonra süje farklı bir köpek gördüğüne ona “köpek gibi” diyecek ve ilk gördüğü köpeği idealaştıracaktır. Ancak süje gördüğü köpeğe benzer olan şeylerin sayısı arttığı sürece köpek alegorisi bir idea olmak yerine bir biçim olmaya başlayacaktır. Artık “köpek”, geçmişteki imgenin kendisinden çok bu imgeyi ve benzerlerini oluşturan temel nitelikleri temsil eder; böylece süje, “köpek” kavramını oluşturur. Bu tanımlandırma bir kalıplaştırmayı beraberinde getirir. “Köpek” sembolündeki biçimlendirme, bizi köpek dediğimiz varlık grubunu oluşturan öze götüren yolu belirler.


İşte tam bu sırada bir karşılaştırma yaparak bu sistematiğin Platon’un “idealar kuramı*”na benzerliğini görüyoruz. İdealar kuramı hakkında Orhan Hançerlioğlu’nun “Düşünceler Tarihi” eserindeki Platon bölümünden bir alıntı yapmak istiyorum: “Nesneler dünyası –eş deyişle maddesel dünya- hiçbir gerçeği bulunmayan bir simgeler (semboller) dünyasından başka bir şey değildir.” Bu durumda dilin bir dezavantajını görüyoruz. İdealar kuramında Platon, ideal olan bir şeyin asla maddi bir evrende olamayacağını söyler. Bu durumda idea akıl yoluyla düşünerek çözülebilir. İşte bu da ideanın nasıl olması gerektiği konusunda düşünerek onu bir biçime sokar. Platon’a göre ideal olan bir şey, başka bir dünyada olduğu için zaten imge olarak asla canlandırılamaz fakat ona yakın olan şeyler düşünülebilir. Bu durumda biçimciliğimizin sonu, idealizme geri dönen bir yol olmakla beraber dilin kendisi de insanlarda idealizme varan yolun öncüsü olmaktadır. Peki, buradaki dezavantaj nerede diye sorulursa bu konuda da öncelikle duyguların tanımlandırmasından bahsetmek isterim. Sevgi, özlem, öfke vb. tüm duygular ve güzel, hoş gibi tüm soyut nitelikler birer biçime sokulduğunda bir limite girer. Bu durumsa insanın duyularını limitler. Örnek vermek gerekirse süje artık sevgi adlı bir duyguyu yaşamaktan çok sevgi ideasıyla dolu bir elbiseyi giyer. Bunu tarihte de görüyoruz. Realizmin oluşumunu incelediğimizde aslında romantizmin eleştirisinin yapıldığını çok net görürüz. Bu eleştirinin en temel nedeni, romantik dönemin son eserlerinde duygusal abartının -nesnel dünya ile uyuşmaması sonucunda- gerçekdışı yollara çıkmasıdır. Bunun sonucu olarak realizm, nesnel dünyadan soyut, kendi idealist yolunda ilerlemiş olan romantizme tepki olarak doğmuştur. Bu tarih kesitinden de anlaşılabileceği gibi idealizm, insanı dünyadan soyutlayabilir. Onun nesnel dünya ile bağını koparır. İşte dilin dezavantajı, bu yolu açma potansiyelidir. Dil, tüm bu sistematiği ile yararlandığı idealizm sonucunda realiteden bağımsız bir düşünce yapısına vardığında kişi kendi gerçekliğinden çıkamaz ve bu insanlar arasındaki anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden olur. Çünkü iletişim kurduğumuzda birbirine imgeler aktarmaya çalışan iki süjenin birbirine söylediği cümleler, farklı birer imge canlandırabilir. Bu durumda ise az önce dediğimiz gibi süjeler, dil nedeniyle birbirlerini yanlış anlayabilir.


Son olarak bu maddeyi Ahmet Arslan’ın “İlkçağ Felsefe Tarihi (3. Cilt)” adlı eserindeki Aristoteles’in “İdealar Kuramı Eleştirisi”yle bitirmek isterim: “Ancak Aristoteles’e göre Platon idealar konusunda birkaç önemli hata yapmaktadır: … İkinci olarak o idealarla duyusal şeyleri gerektiğinden fazla birbirinden ayırmaktadır. İdeaları duyusal varlıkların dışına ve üstüne yerleştirmekte, onlara bağımsız bir varlık tanımaktadır. …” Bu durumda Aristoteles ideaların gerçeklikten ne kadar uzak olduklarını fark etmişti, diyebiliriz.


2) Dilin bize ve bilinçaltımızın içine daha da yaklaşma imkânı verip veremediği tartışılabilir ki burada da dilin bu işi bir yere kadar yapabildiğine karşın toplum bilincinin bir noktada limit olduğunu düşünmekteyim. Kendimize mesafeliyiz, ona bile yabancıyız bazen.


Dil insana imgeleri anlatmada kolaylık sağlarken dilin oluşum süreci bizim için burada etkili olmaktadır. Unutulmamalı ki dil, bir anda oluşmuş bir şeyin aksine insanlığın yıllar boyu kendisi ile beraber büyüttüğü bir sistematiktir ve bu sistematik insanla karşılıklı bir etkileşimdedir. İnsan, hem süje hem objedir. Bir dili konuşan toplum, dilini oluştururken düşünce yapısının izlerini ona yansıtır. Zira dilin işlevi olan anlatımın nasıl olacağı insanın nasıl düşündüğüyle paralel olarak ilerler. Bu durum da toplumun ortak bir düşünce yapısını oluşturmasını sağlar. Bu durum deyimler, atasözleri, birleşik kelimeler gibi birçok kelime yapısı ile kendini belli eder. Etimolojinin inceleme alanı olan kelimelerin kökensel yapısı burada bizim yardımımıza koşar.


Dilin belki de en önemli işlevi, dilin getirdiği düşünme yapısının toplumsal bir düşünme yapısını oluşturmasıdır. Bence böylece dil “toplum tini” diyebileceğimiz bir yapıyı da beraberinde getirir. Toplum tini, dilin yaşayışı ile beraber değişime devam eder. Demek ki toplum tini dediğimiz olgu da dil ve insan etkileşimi yaşadığı sürece yaşar ve insan gibi büyür, olgunlaşır ve bazen –dilin ölümü ile beraber- ölebilir de. Bu konuda da bize Zeitgeist* kavramı yardıma koşar. Johann von Herder tarafından ortaya atılmış ve Hegel tarafından geliştirilmiş Zeitgeist kavramı, Almanca Zeit (zaman) ve geist (tin*) kelimelerinden türer ve direkt olarak “zamanın tini” olarak adlandırılabilir. Anlam olarak ise belirli dönemlerde tüm insanlığı yöneten zaman değiştikçe değişen toplum mantalitesini* ifade eder.


Peki, Zeitgeist’in önemi nerede karşımıza çıkar dersek, “Zeitgeist-dil-düşünce bağlantısı” incelendiğinde insan benliği üzerine çok ciddi bir çıkarım yapılabilir. Zeitgeist’e göre dilin içinde bir düşünme sistemi vardır ve bu zaman ile beraber değişir çünkü insanlar arasında Zeitgeist’in düşüncesinin aktarılışı da dile bağlı olarak ilerler. Bu durumda Zeitgeist, dil ile beraber düşünen tüm insanlığın ve onun her bir bireyinin üzerine tesir eder ve bu çıkarım, bir insanın dilinden bağımsız düşünemeyeceğini göz önüne serer. Aslında buradan bir ek çıkarım daha yapıyoruz: Kullandığımız dil –ve onunla beraber oluşmuş olan Zeitgeist- nedeniyle toplumla oluşan bağ yüzünden ortaya çıkarılan hiçbir fikir, hiçbir sanat eseri ve –belki- yapılan hiçbir eylem dönem ve toplumdan bağımsız olamaz. Bu durumda ise bir insanın yaptığı hiçbir eylem insanın eseri olamaz. Tüm eylemlerimiz, insanlığa ait olan bir davranıştır ve etrafımızdaki koşullar, insanlar bizim eylemlerimizde bazen en az bizim kadar söz sahibi olmuş olabilirler bile. İşte Zeitgeist’in bize gösterdiği önemli hakikat belki de budur.

_________________________________________________________________________________ SÖZLÜK

* alegori: Bir düşünceyi, davranışı ya da eylemi, daha kolay kavratabilmek için onu, yerini tutabilecek simgelerle, simgesel sözlerle, benzetmelerle göz önünde canlandırma işi.

* apriori : (önsel) Deneyden bağımsız olan ama deneyle canlandırılabilen şey. Bir bakıma varlığını sorgulamadan önce kabul ettiğimiz şeyler. (Eğer dürüst bir kimse bekâr olduğunu söylerse evli olmadığına kesin emin olabilirsiniz. Çünkü bekârın kelime anlamı temel olarak evli olmayan kimsedir. İşte bu durumda dürüst olan bu kişinin bekâr oluşu apriori bir bilgidir. Eğer bir fikir yazısında bir bilgi/düşünce apriori olarak kabul edildiyse bu durumda yazar sürekli olarak bu bilginin mutlak olarak gerçek olduğunu kabul edecek, tüm yazısını bu fikir üzerine inşa edecektir.)

* bilinç: İnsanda farkındalığın, duygunun, algının ve bilginin merkezi olarak kabul edilen yeti. Zihnin kendi içeriklerinin farkında olduğu, içebakış yoluyla bilinen, duyumları, algıları ve anıları ihtiva eden bölümü.

* bilinçaltı: insanda, bilinçdışı olmakla birlikte, kapsamında olanların istendiği zaman bilince çağrılabildiği zihin bölgesi; kişide, bilince inmeyen olayların geçtiği varsayılan iç. Bu yer bilinçten daha öte bir yer olmakla beraber insanın tinini bilinç ile beraber oluşturur.

* imge: Bir nesneyi doğrudan doğruya yeniden tanımaya yarayacak bir biçimde göz önüne getiren şey, duyu organlarıyla algılanmış olan bir şeyin somut ya da düşünsel kopyası; hayal, imaj.

* İdealar Kuramı: “Platon Felsefesi”nde “Platon İdealizmi”inin temeli olan öğretidir. Platon bu durumu mağara alegorisi ile anlatır. Ömrü boyu mağarada kalmış kişilerden mağaradan çıkan bir kişi mağaradaki gölgelerin ne olduğunu görür ama mağaradaki diğer insanlar görmez. Bu durumda hikâyede mağaradan çıkıp gün ışığı ile aydınlanmış kişi diğer mağaradaki insanlara gördüklerini anlattığı vakit mağaradakiler onun saçmaladığını düşünüp onu öldürürler. Platon bu hikâyede gördüğümüz şeyin çok daha ötesi olduğunu bahseder. Bizlerin gölgeleri gördüğünü, düşünerek gün ışığı ile aydınlanacağımızı ve hakikat olan ideaları göreceğimizi anlatır. Platon’a göre bu durumda biz insanlar ruhumuzu esir eden bedenin yalan görüntüsüyle karşı karşıyayızdır.

* mantalite: Herhangi düşünme ve sezi eylemi gerçekleştiren varlığın algılama gücü.

* obje: (nesne) Gerçeklik olarak, dış dünyanın parçası olarak bilincin karşısında duran şey.

* süje: (özne, fail) Kendisi üzerine bir şey söylenen ve deney konusu olan, dış dünyayı sezen varlık.

* tin: bedeni devindiren, etkin kılan canlılık ilkesi, bedenin yaşama gücü, yaşama soluğu; ruh.

* varoluş: var olma, gerçek olma durumu

* Zeitgeist: Bir çağın düşünce ve duygu biçimi. Bu kavram Almanca zaman ve tin kelimelerinden türer.

__________________________________________________________________________________

ALINTILAR: Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabnevi, 1977 Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi 3. Cilt, Bilgi İletişim Grubu Yayıncılık Müzik Yapım ve Haber Ajansı LTD. ŞTİ.,2016 Google sözlük TDK Büyük Sözlük Wiktionary

39 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Sitemize Abone Olun

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

bottom of page